Boşluk İçre Şiir

“Bir boşluk var şuramda” dedi. Güya kalbini işaret edecekti ama sağ yanını gösterdi.

Bir kalbiniz vardır onu tanıyınız.

Bu boşluk sanki hiç dolmayacak gibi, hiç bitmeyecek, hiç gitmeyecek. Çok olmadı gelip yerleşeli gerçi. Hiçbir şey umrumda olmazdı önceden. Gülerdim, gezerdim. Ağlamalarım incir çekirdeğini doldurmayacak nedenlerden olurdu. Gözyaşlarım da kalbimi dolduracak çoklukta olmazdı haliyle. Kalbimde bir delik açacak, bir boşluk bırakacak çoklukta olmazdı.

Şimdi ne oldu? 

Şimdi ne oldu bilmiyorum. Bu boşluğu nasıl dolduracağımı bilmiyorum. İçine düşmekten, orada kaybolmaktan korkuyorum. Yalnız kalmaktan orada, ya da bir kalabalıkta boğulmaktan. Çok karanlık orası, bunu biliyorum.

Bir şehir kadar kalabalıktır bazıları

Bir dehliz kadar karanlıktır bazıları

Bunları hiç bilemeyeceksin. Yani derdin buysa, dert etme. Dert etme diyemem aslında. Dert iyidir. Ama o boşluk dolmaz, bir kere açılmaya görsün. İçimizdeki mutlak boşluk diyoruz ona. Bir boşluksa dolmuyor, bir delikse kapanmıyor. Çığlıkları nereye gitsen kulaklarında. O boşluğun sesini duyabildiğine şükret şimdi.

Konuşurlar

İsterler

Susarlar

Evet duyuyorum, evet dinliyorum. Korksam da dinliyorum. Kalbimde yer etmiş bu boşluğa iyi davranacağım artık. Orada soluklanacağım yorulduğum zaman, sonra geri döneceğim şehrin dertlerine.

Dinlememişseniz nice yıl kalbinizi

 Ev meslek iş para geçim diyerek

Şaşırabilirler beni bahçenin en kuytu köşesinde mırıldanırken görseler. Bir yemek sırasında, karnımı doyurmaktan çok başka düşüncelerlerle meşgulken, o boşluğu doldurmakla meşgulken görseler şaşırabilirler. Dokunsalar ağlayacak bir haldeyken, gözlerim gülmeye başladığında bir anda, şaşırabilirler. Çünkü düşünmezler bizim neler konuştuğumuzu, onunla.

Düşünün şimdi bir de

Şehirlerde kasaba ve köylerde

Başını eğmiş kalbiyle söyleşen bir kişi olduğunuzu

Nisan 2017, İstanbul

Rüzgâr

Fonda “yaprak ve rüzgâr” çalıyor. Rüzgârı ile beni yıllar öncesine, o bahçeye götüren müzik. Üzülürdüm, üç yıl önce de, beş yıl önce de üzülürdüm. O vakitler hüznün bir anlamı vardı ama. Bir başkaydı. Unutulmayı ne kadar hak ediyorsa ömrümden uçup giden o yaprak, ben onu o kadar hatırlıyorum. Kahverengi bir yaprak gibi, solgun, gösterişsiz, hafif kambur belki, belki bundan benim onu böyle mütevazi sanışım. Ani bir rüzgârla her savruluşumda, o bahçeye geri dönüyorum. Onun elleri gözlerimin önünde, kahverengi. Kahverengi bir ağaç gibi karşımda dimdik, demek ki kambur değildi. Elleri o ağacın güçlü ve zarif dalları. Bir kitabın sayfalarında geziniyor. Ben sormuşum, o sorumun cevabını arıyor. Bir ân bana yetiyor, o ân bana yetiyor, bir sevdanın gözle görülür anısı olarak. Gözle görülür ama elle tutulmaz, tutulamaz. Hiçbir zaman tutamayacağım ellerinden, dallarından. Dalları hep göğe uzayıp gidecek. Yetişemeyeceğim. Ve bir rüzgâr beni savurduğunda, hep o bahçeye düşeceğim. Başka bir ihtimal mümkün mü? O bahçede beni bir başkası beklesin, gerçekten beklesin istiyorum artık. O bahçenin duvarları ağlama duvarım olmasın. Çardaklar, güler yüzlü anılarla dolsun. Bir rüzgâr beni o bahçeye savurduğunda, daha güçlü olayım istiyorum. Uzaktan bakayım o kahverengi yaprağa. O yapraklardan bir yapraktı sadece, benim önüme düşmüştü ve tanış olmuştuk o kadar. Unutmak ne zaman Allahım? Unutmak bu dünyada mümkün olur mu?

Toprağa Yakın

               Ömrümce hem göğe yakın olmak istedim hem de toprağa. Penceremi açtım, dolunayı seyrettim. Sonra yere çömeldim, papatyalarla muhabbet ettim. Her defasında, “şimdi anladım” dediğim sırra, aslında bir türlü vâkıf olamadım. Her şeyi yapacak güçte hissederken, bazen aya bile gidebileceğimi düşünürken, tekrar ve tekrar düştüm. Toprak yumuşaktı, canımı acıtmak istemezdi hiç, ama ben hem kendime hem toprağa türlü kusurlar buldum. Sanki inadına düştüm, toprağı suçladım boş yere.

               Şimdi yine öyle bir andayım, her şeyi yapabileceğimi düşündüğüm ve her şeyden ölesiye korktuğum… Sonsuza dek uyumak istediğim, bu nasıl istek, insan cennete kavuşmak, sonsuza dek orada kalmak ister. Bir şeyler eksik, ama ne bilmiyorum. Toprağın kokusunu yeterince içime çekemedim mi? Papatyalar, sardunyalar ve yabani otlar bana anlattı da anlamadım mı yoksa?

               Toprak, bir gün kavuşacağız, bu neyin acelesi desene. Bilmiyorum ne olduğunu, neden olduğunu. Sormak da istemiyorum artık ama duramıyorum. Öyle sakince işimin başına oturamıyorum. Kalkmak gerektiğinde ise gücümü toplayıp ayağa kalkamıyorum.

               Sevgili toprak,

               Senin sabrından, sükûnetinden ve dirayetinden birer parça istiyorum. İstemeye yüzüm var mı bilmiyorum. Bildiğim, nefes aldıkça dua kapım açık olacak. Ama bir tövbe kaç kez tekrarlanır, bilmiyorum.

Dünya ve İnziva

Dünya, her vakit temennimiz üzere dönmez.

Bakmayın yuvarlak olduğuna

Öyle yumuşak da dönmez

Yine de merhametlidir

Hiç olmazsa ağlayacak kuytular gösterir,

Ağlamadan iyi olamayanlara.

“Bu zaman” a

İtimat etmeyenler için

Serin inzivalar hazırlar,

Gün geçtikçe yakacak.

Tırnak işaretleri arasında,

Sıkışıp kalmışsa bilgelik sözleri

Yeni bilgeler büyütür toprağında,

Dünya.

Ekim 2016, İstanbul

Meçhul Şehre Doğru Şiir

İnsan gideceği şehre doğru şiir yazsın,

Yolun başında bıraksın ağırlıklarını,

Gururunun yarısından fazlasını,

Öfkesinin daha fazlasını,

Bıraksın, yola çıksın.

Çabucak varabilmek için meçhul şehre,

Çabucak görebilmek için adını,

Kaygılar dolandırmasın adımlarını.

Kuş tüyünden bir abası olsun, kanatlı

Ya da hiç.

Yalnız cebindeki umutlarla uçsun,

Küçük kardeşin uykusundan toplanmış.

Ekim 2016, İstanbul

Gül ve Ölüm

-Dirilerin anısına

Bir gül, göğe doğru uzanmış,

Ölüm bize doğru uzanmış,

Ölenler nereye uzanır?

Bazıları göğe sanır

Ama Kitap’ta yazıyor,

Bilir misiniz?

O ve onun gibiler

“Onlar diridirler”

Biz bilmezdik,

Siz bilmezdiniz,

Öğrendik, bildik.

Gülleri gördük,

Ne kadar ölsek,

-o ölmemişti-

Güller göğe uzanmaya devam ediyor,

Biz uzanıyoruz, uzuyoruz…

Tek gayemiz uzamak oluyor bazen

Ölümü unutuyoruz.

Biz unutsak, güller unutmuyor

Dikenleri var acıyı, kanamayı hatırlatacak

Kimse onlara sormuyor ki, nedir bu acı?

Onlar sormadan söylemeye,

Feryat figan etmeye alışkın değiller

İşte bu yüzden,

Mahrum kalıyoruz,

Bilgeliğinden,

Güllerin.

Belki bir gülü ancak parıltılı kağıtlar arasında koklamışız

Acısı alındıktan sonra.

26 Haziran 2017, Samsun

Aşağı Yukarı

Hayatın ne getireceği gibi şeyler, hiç belli olmazdı.

“Sonuçta hayatın ne getireceği hiç belli olmaz, elinde bir mesleğin olsun” dedi annem.

Ellerimi açtım ve baktım. Birine bir meslek çizdim, ötekine bir başka meslek. Hiçbiri yakışmadı kupkuru ellerime. Hiçbiri sevmedi yerini. Hiçbir nemlendiricinin yakışmadığı, yaz kış kuruyan ellerime hiçbir iş de yakışmıyordu.

“Sonuçta” diye başladığı cümleyi, kendinden pek emin bir şekilde tekrar ederken annem; babam da aşağı yukarı sallıyordu başını. Hep aşağı yukarı sallanırdı zaten onun başı, onaylamaya ayarlanmıştı ezelden.

Ah, bir kere de itiraz etse… Benim başımla senkronize bir şekilde sağa sola sallansa bu baş. Artık neredeyse tek bir siyah saç telinin kalmadığı bu baş, bu sinir bozucu uysallığını –Allah’ım bazen böyle şeyler diyorum, ama “öf” bile dememeye çalışıyorum ikisine de– bir bıraksa. Kızıyla birlikte hayatın getireceği ve ne olduğu hiç de belli olmayan şu şeylerin karşısında dursa. Ellerimize çizilmek istenen, hiç silinmemek üzere çizilmek istenen ve ellerimizi daha da kurutan tüm işlerin karşısında… Hep kuruyan, üşüyen ama bir türlü ağlayamayan ellerime; bundan daha iyi bir teselli olamazdı.

Ama, olmadı.

Babam bir kez daha salladı başını. Aşağı, yukarı, aşağı… Elimde biriken tüm işler, mecburiyetler, laptop çantası, dosyalar ve alışamadığım kokusuyla kahve dolu karton bardak da sallandı bu sallanmayla birlikte. Ben de sallandım. Dengemi kaybediyordum, gözlerim kararıyordu. Neredeyse düşecektim, birden etraf aydınlandı. Derin bir nefes aldım. Baktım, ellerim sapasağlam duruyordu çiçekli örtünün üzerinde. Hala kupkuru, hala soğuktular. Bir de hala ağlayamıyordular. Ama olsun.

Geceden açık kalan pencereden, tüm sokağa ve odamın içine bir ses yayılıyordu.

“Şeftali üç liraaa, iki kilo beş liraaa. Abla bak, markette kilosunu beşe satıyorlar. Abi al da, çocuklar son kez şeftali yesinler.”

Telefonumun ekranına baktım. Ekimin ortası. Son kez bir şeftali yesek mi, diye düşündüm. Sonra, ani bir kararla pencereyi açtım ve satıcıya seslendim. “Abi iki kilo tartsana, sepeti sarkıtıyorum şimdi.”

Hayatın ne getireceği gibi şeyler hiç belli olmazdı.

Geceleyin iki katım ağırlığınca bir rüya, sabahleyin iki kilo şeftali…

Ekim 2017, Samsun

İstanbul’un Ruhu

Boğaziçi Gezisinden Kalanlar

Nisan ayının serin bir pazar sabahında Dersimiz İstanbul’ un saha derslerinden ilki olan Boğaziçi Gezisi için yola çıkıyoruz. Topkapı Sarayı Müzesi başkanı Haluk Dursun Hoca eşliğinde bir boğaz turu yapacak ve Boğaziçi’ni yakından tanıyacağız. Bir şehri tanımaya silüetinden başlanır dediler ve bize bu fırsatı sundular. Tur dört saatlik belki ama İstanbul ve boğazı binlerce yıllık, bu yüzden çok heyecanlıyım.

                Kararlaştırılan saatte Kadıköy Motor İskelesi’nde buluşuyor ve kalabalık bir grupla birlikte teknedeki yerlerimizi alıyoruz. Haydarpaşa Garı, Marmara Üniversitesi Haydarpaşa Kampüsü ve Selimiye Kışlası heybetli binalarıyla bizi yolcu ediyorlar Kadıköy’den. Ve ilginç bilgiler edinmeye başlıyoruz İstanbul’a dair. Yazlarını Boğaziçi’ndeki yalılarında geçiren aileler İstanbul’a dönmek için Kasım ayını beklermiş. Evin hanımlarının rutubetten şikayetçi olmasına rağmen, beyler Karadeniz’den gelen lüferleri avladıktan sonra dönmeyi kabul edermiş.

                Yüzümüzü Suriçi’ne çeviriyoruz. İstanbul’un yedi tepesinden birincisi olan Zeytin Tepesi’nin Tanrı’ya adandığı için yüksek binalar yapılmadığını öğreniyoruz. İstanbul’un altın kapısının ve en güzel kapısı olan ismiyle müsemma Güzel Kapı’nın mutlaka görülmesi gerektiğini söylüyor rehberimiz. Sultanahmed Camii’ni ve Topkapı Sarayı’nı, bu aşina olduğumuz yapıları bir kez daha seyre dalıyoruz. Gözümüze ziyafet sunan yeşilliği geride bırakıyoruz, dolayısıyla tarihi yarımadayı da. Eski İstanbul için çok önem taşıyan Bozdoğan Kemerlerini ve kiliseden çevrilmiş olan Zeyrek Camii’ni görüyoruz. Ve Galata’ya doğru ilerliyoruz. Cenevizlilerin yaptığı ve asıl adı İsa Kulesi olan Galata Kulesi selamlıyor bizi. Karaköy’ün adının Karai Köy’den geldiğini ve genellikle Yahudi Türkler’in yaşamış olduğunu öğreniyoruz. Taksim’e de İstanbul’un sularının taksim edildiği yer olduğu için bu isim verilmiş.

                Beşiktaş’a ulaşıyoruz. Dolmabahçe Sarayı ve Dolmabahçe Camii karşılıyor bizi. Dolmabahçe Cami denmesine sinirleniyor Haluk Dursun Hoca ve asıl isminin Bezm-i Alem Valide Sultan Camii olduğunu hatırlatıyor. Bu arada Yıldız Camii’nin de aslında Hamidiye Camii olduğunu söylüyor. Kıyı boyunca ilerlerken hangi yapıların orjinal hangilerinin ise aralarına sonradan kondurulmuş- kendi tabiriyle “çakma”- olduğunu belirtiyor. Çırağan Sarayı’nın ve Kabataş Erkek Lisesi’nin önünden geçiyoruz.

                Sırada genellikle Rumlara ev sahipliği etmiş Arnavutköy var. Artık eski İstanbul için iyice şehrin dışında sayılan bir bölgedeyiz. Farklı mimari tarzlarda inşa edilmiş ve kıyı boyunca dizilmiş yalıları hayranlıkla izliyoruz. Ve yeni bilgiler düşüyor kulaklarımıza. Üç katlı, bitişik nizam duran ve balkonlu yalılar gayrimüslimlere, iki katlı ve ayrı bir bahçe içinde bulunanlarsa müslümanlara ait olduklarını haber veriyorlar. Yalıları anlatırken ağaçlarla ilgili bilgi vermeyi de ihmal etmiyor. Ağaçları tanımanın çok önemli olduğunu söyleyerek servileri, fıstık çamlarını ve sedirleri gösteriyor. Tasavvuf ehli ailelerin evlerinin bahçesinde servi ve mor salkımlar bir arada bulunurmuş. Servi elifi ve Allah’ı, mor salkımlar ise aşkı temsil ettiği için ikisi birlikte Allah’a duyulan aşkı ifade edermiş. Kalemler her yeni bilgiyi kayda alma çabasında, gözlerimizse tüm bu güzellikleri içinde hapsetme telaşında. Yeniköy kıyısında ilerledikten sonra rotamızı Anadolu Yakası’na çeviriyoruz.

                Kanlıca ile başlıyor Anadolu serüvenimiz. Mihrabat koyunu ve Şeyhülislam Bahai Efendi yalısını görüyoruz. Bu kez yalılarda yerli unsurlar daha ön planda. Yalıların kayıkhanelerini inceliyoruz. Av dönüşlerinde padişahları ağırlayan, saraylar kadar ihtişamlı olmasa da kıyıyı güzelleştiren Küçüksu Kasrı görünüyor. Göksu Deresi’ni geçiyor ve Çengelköy boyunca ileriyoruz. Sonunda Üsküdar’a varıyoruz. Sakini olduğum ama hakkında pek az şey bildiğimi bir kez daha farkettiğim Üsküdar’a. Camilerin ve ahşap evlerin diyarı. Mihrimah Sultan bize göz kırpıyor. Görülmesi gereken mekanlar listesine yenileri ekleniyor. Atik Valide Sultan Camii, Ayazma Camii ve Çürük Sulu Yalısı… Kız Kulesi’nin hatrı kalmasın, onu da selamlıyoruz. Pek çok efsaneyle anılan bu kulenin bir zamanlar karantina amaçlı kullanıldığını duyuyoruz. Ve gezinin sonuna yaklaşıyoruz.

                Turumuz başladığı yerde, Kadıköy’de sona eriyor. Sevdiğim bir tatlının damağımda bıraktığı bir tat gibi bir iz bırakıyor hafızamda. İskeleye inince Necip Fazıl’ın bir dizesi geliyor aklıma: “Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu”. Kadıköy süslü ve bir o kadar da ruhsuz görünüyor gözüme, İstanbul’un gerçek ruhunu soluduğumuz bu gezinin ardından. Ve eski İstanbul’un belde-i selasesinden biri olan Üsküdar’a dönüyorum. İyi ki, tarih kokan bu şehrin tarih kokan bu semtinde yaşıyorum. Ne demiş Üstad: “Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar/ Perili ahşap konak koca bir şehir kadar…”

Nisan 2014, Üsküdar

Mektup

İçimdeki Koca Çocuğa,

Öncelikle sana üzerinde uzun uzun düşünülmüş, özenilmiş cümlelerle gelmediğim için biraz mahcup olduğumu söylemek isterim. Ama yabancı mıyız canım, sen beni biliyorsun. Benim içimi de biliyorsun ya, ben yine de sana küçük bir mektup yazmak istedim. Uzun yıllar geçirdik seninle. Koskoca çeyrek asır, dile kolay. Çok ağladın, bazen teselli etmeye çalıştım seni. Bazense oturup ben de ağladım seninle. Hatta, senden bile çok ağladığım oldu. Kendi derdime düştüğüm için yaralarını saramadığım oldu. Seni dinlemediğim, parka götürmediğim, sevdiğin oyunları oynamak için eşlik etmediğim zamanlar da. Hakkını helal et, içimdeki koca çocuk. Sen benden daha olgunsun çoğu zaman, anlayışla karşılayacağından eminim. Hiç mi güzel günlerimiz olmadı? Çok… Çok çılgınlıklar yaptık seninle. Düşünmeden nice maceralara atıldık. Niyetlerimiz hep güzel olsa da, neticeleri hep güzel olmazdı.  Ama biz “niyet hayr, akıbet hayr” düsturuna inandığımızdan pek pişman olmazdık. Üstünden zaman geçtiğinde, kavuşamadığımız için şükrettiğimiz çok hayallerimiz oldu. Çok şükür kesişmedik, teğet geçtik; bir çocuğun -ne kadar büyüse de- canını acıtacak dünyalara. Şöyle kenarından bakmak bile yetiyordu gerçi, canımızın yanması için. Ama şifa bulmak için, önce yaralanmak gerek. Şifa vermek için de. “Yaralı şifacı” olmaya niyetlenmiştik bir defa. Tek başına olamazdım, sen olmasan olmazdı. Yaralandığımla kalırdım. Seninle hem ağladık, hem güldük. Geceleri en acıklı türküleri çığırırken; hiç şikayet etmez, sabırla dinlerdin. Sıra sana gelince, çocuk şarkıları söylerdin. Bir bakardım; mini mini kuşlar konmuş pencereme, oradan ovalara yayılmış sesleri… Zaten ben “bir yastık arıyorum kuş seslerinden, gerisi mühim değil.” Teşekkür ederim, içimdeki koca çocuk. Ve şükürler olsun; sürekli sızlayan kalbimin bir odasına, teselli niyetine o çocuğu kondurduğun için Rabbim.

11 Ramazan 1441, Samsun.

Hamd

Ramazan’a kavuşturana,

hamdolsun.

Dostlarımızı ferahlık vesilesi kılana,

hamdolsun.

Bahardan ümidimizi kesmeye az kalmışken;  

yağmurları yağdırana,

ardından güneşi açtırana,

araya bulutları katıştırana hamdolsun.

Hiçbir şey aynı kalmıyor, kalmayacak…

komşumuzun kiraz ağacından bahçemize dökülen çiçeklerle,

gösterene hamdolsun.

Ay’ı halden hale geçirene,

her haline ayrı bir güzellik bahşedene,

hamdolsun.

Geceleri de başıboş bırakılmadığımızı ayetleri ile hatırlatana,

hamdolsun.

Canımızı acıtan herkese ve her şeye öfkemizi haykırmak isterken;

kâh kuşların muhabbetiyle,

kâh ezan sesleriyle sakinleştirene,

hamdolsun.

Hamd yalnız O’na mahsustur ama kelimelerimiz yetmez, sadece hafiflemek niyetimiz.

Hafifleyelim diye kelimeleri verene, hamdolsun.

1 Ramazan 1441, Samsun