Hikâyeler Yanıltır

Tüm bu yaşamadan yaşadığımı farz ettiklerim ne içindi? Henüz hikâyelere konu olmaya değmeyecek haldeyken, bir hikâyenin kapısından girebilmek için mi? Bir hikâyenin kapısı tıklanmadan açılmazdı, bunu öğrenmiştim yıllar içinde. Tık tık tıklamaktan ellerim acıyordu artık, güç bulamıyordum. Anlayacağınız bir hikâyenin girizgâhı bile yeterince yoruyordu insanı. Giremeyince girizgâh diye bir şey de olmuyordu ya gerçi. Uzak düşüyordum kapısını aşındırdığım nice hikâyelerden, uzak düştükçe kendime yaklaşsam iyi. Bazı hikâyelerinse içine girebilmiş ama kaybolmuştum. Girsen ayrı dert, eşikte kalsan ayrı. Kendimi en son hangi hikâyenin içinde bıraktığımı unuttum…Bilmiyorum. Eğer kapısı hala açıksa, belki gidip geri alabilirim. Yok değilse, artık şansıma küserim, kendim olmadan hayatıma devam ederim. Edemem, ama ne yapalım?

O da ne?

Kapalı bir kapının ardından sesini duydum, kendimin. Mavi boyalı, ahşap bir kapı. Boya kokusu hala üzerinde. Çok uzaklaşmış olamaz boyayan, beni buraya kilitleyip gideli çok vakit geçmiş olamaz. Geç değil hiçbir şey için. Girmek mümkün olan kapılardan, çıkmak da mümkün olur elbet.

-Tık tık tık…

Normalde “tak,tak,tak” der elimin dili. Ama şimdi kibar olmalı. Benden kaçıp bu hikâyeye sığınan, sonra da kendi kendini burada tutsak ettiren “kendi” mi daha fazla ürkütmemeli.

-Tık tık tık…

-Kim o?

Bu benim sesim, onu tanıyorum. Ne kadar vakit geçti en son söyleşmemizin üzerinden, hatırlamıyorum. Ama hala tanıyorsam eğer, bu iyiye işaret.

-Ben, benim.

-Ben de benim.

-Aç kapıyı, hikâyenin içine ben de gireyim.

-Olmaz, beni almaya geldiğini biliyorum. Zaten zor buldum burayı, bırakmam. Haydi başka hikâyeye…

Elim boş geri dönüyorum bu kapıdan da. Oysa mavi kokusu ümitlendirmişti beni. O mavi şehirde kaybettiğimi, yine bir mavide bulacağıma inanmıştım. Bu sefer tamam demiştim. Yanılmışım, insan hep yanılır. Ya da hikâyeler yanıltır.