Havva’nın Gülleri

Sabah kalkar kalkmaz rüya tabirleri antolojisini açtı. Artık kitaplıktaki yerine kaldırmıyordu. Nasılsa her sabah bakıyor. Rüyada ateş böceği görmek de ne demek? Tam da son günlerde karanlıklara düşmekten şikayet ederken, belirsizliklerden yakınırken. Ateş böceği? Bir anda kararını değiştirip kitabı kapattı. Dibâcesinden bile anlaşılıyordu ne kadar saçma bir kitap olduğu. “Ben nereden bulaştım bu işlere” diye düşündü.

Silkelenip kendine gelmeli. Abdest alıp iki rekat namaz mı kılsa… Abdestini aldı, namazı Begova’da kılmaya karar verdi. Bu çarşı diğer çarşılar gibi değil, bu çarşının başka bir kokusu, sesi var. Bir de bu çarşının sanki gözleri var. Tramvaya binmedi, cadde boyunca yürüdü. Ancak yürümek paklardı onu. Yürüdü, yürüdü. Sebilin yakınlarına gelince, bir şey arıyormuş gibi etrafa bakındı. Havva Tramvay’dan iniyor, Havva sebilden yüzüne su çarpıyor, Havva tramvayın altında ezilmiş. Güvercinler okuyor selasını. Hayır. Havva’nın göğsünde mermi izleri. Bu kadar olmaz. Havva şehrin binaları gibi delik deşik. O günden beri güvercinlere kırgın. Havva’nın kalbinin yerinden bir Saraybosna gülü sarkıyor. Güller, mermiler, ateş böcekleri…Ya güvercinler, onlara hala kırgın. Havva şimdi nerede? En iyisi Begova’ya gitmeli. Havva’yı en son orada görmüştü. Mavi şalını başına örterken, hanımlar mescidine girerken…Havva güvercinleri ürkütmekten çekinirdi. Göğe bakıyor, gök mavi, Havva’nın bütün şalları gibi. Avluyu süsleyen kırmızı çiçekler, yine Havva. Havva’yı hep gülerken hatırlamak istiyor. Ama Havva delik deşik.

Rüyasına sadece ateş böcekleri girse bundan böyle. Tabirine bakmasa bir ömür, hep hayra yorsa… Gül bile görmek istemiyor. Gülleri koklamak istemiyor. Havva’nın diktiği güller, delik deşik. Allahu ekber Allahu ekber… Cemaate yetişse bari. Havva yok, vakitler Havva’sız da giriyor. Vakitler Havva’sız da çıkıyor. Havva’nın gülleri çarşının güvercinlerine kırgın.

Üç Kelime Bir Yabancı

“Kendini üç kelimeyle anlat” diyor karşımdaki koltukta oturan yabancı. Ben kadim dostum kara kapaklı defterime bile metaforlarla anlatmışım kendimi hep. Kendini bu dünyadan üç kelimeyle öyle hemencecik anlatabilmek mümkün mü? Susuyorum, anlatamıyorum. Hiç kendim olmamışım gibi. Ya da kendi’liğin lafını ede ede iyice uzak iyice bigane kalmışım. Her ne olmuşsa…

Ama artık şunu biliyorum ki; ben ben olamayacaksam eğer, ben bir başkası hiç olamam, olmamalıyım. Bu kadarı yeterlidir, aradığını bir başkasının yüzünde aramanın; bu kadarı yeterlidir, kaybolmanın. Ne kadar kaybolsan ve nerelere kaybolsan, bulundun. Hiç ağlamaman gereken yerlerde hıçkırarak ağladın. Şaşırmasınlar halime diye sakladın gözyaşlarını, bu sefer  daha çok şaşırdılar. Çünkü bir şeyler bu kadar sakince gerçekleşemezdi senin olduğun bir yerde. Sen kimsin? Anlat bakalım kendini, dediler. Susuverdin, susakaldın. Susa-yazdın hem de suya-yazdın. Suya yazdın. Sadece yazdın. Anlatmadın bile, anlatamadın. Su anlar mı, dedin. Su olsa anlardı, ay anlar mı dedin? Ay; aylar ve yıllar boyunca dinlemişti derdini. Ay olsa anlardı da, ay sandığın o yüzler kim bilir kimin ışığını çalıp senin geceni seni kandırarak aydınlatıyordu… Kim bilir? Yine çok karamsar oldun mu diyorlar? Karamsarsın diye kızan ve ama herhangi bir teselli vermekten de uzak olan; dost değildir. Olamaz bence. Anlıyorsun kimin dost, kiminse öylece dümdüz insan, sokaktan gelip geçen insanlardan bir insan olduğunu. Anlıyorsun da konuşamıyorsun işte. Bazı dilleri anlıyorsun da, konuşamıyorsun. Ben konuşsam da onlar anlamayacaklar diyorsun. Çünkü onlar anlamayan ve ama konuşan; mütemadiyen konuşan tarafa denk düşüyorlar.

Peki kim olduğunu söyleyecek misin bunca laf kalabalığından sonra? Unuttun mu? “Başkaları seni nasıl tanımlar?” Yeni bir soru daha soruyor karşımdaki yabancı. En iyisi bunu o başkalarına sormak. Beni üç kelime ile anlatın, diyerek. Sonra da kendine sormak. Hayır, önce kendine soracaktın. Peki nasıl soracaksın? Vazgeçemediğin hüzünlerini mi referans alacaksın, küçük mutluluklarını mı? Bu sefer mutluluklarımıza doğru salınalım mı sevgili sarkacım? Hüzün faslında yeterince eğleştik.

Belki de mutlulukları tanımlıyordur bir insanı, hiç değilse şimdi biz bu fasıldayız. Mutluluk demeye korkuyorum aslında, sevinç diyeyim daha az iddialı olsun. Beni sevindiren ya da sevdiğim ne çok şey varmış meğer. Mesela, akşamüzeri yürüyüşlerini severim. Güneşin ufukta kayboluvermesiyle faniliğimi hatırlamayı severim. Ay’ı severim, hem de ne çok severim. Halden hale geçmesi ile ay’ın, insanoğlunun da her daim halden hale geçtiğini hatırlarım. Günden güne bile değil, andan ana değiştiğini, bir an’ının bir an’ını tutmadığını görürüm ay’ın yüz çizgilerinde. Yine ay’ın yüz çizgilerinde, alnıma henüz yerleşmemiş çizgileri görürüm. Alnıma henüz yerleşmemiş çizgilerde düşe kalka yürüyen, ama her düşüşte mutlaka doğrulan ve yürümeye devam eden kelimeleri görürüm. Aslında duyarım. Bilmiyorum ki ben daha çok görür müyüm, yoksa duyar mıyım? Bunu bile bilmiyorum.

Kelimelerimi seviyorum. Kelimeleri seviyorum. Ama üç kelimeyle anlatabilmek için bazı şeyleri, çok küçüğüm. Bana müsaade karşımdaki yabancı, sıradakini alabilirsiniz.

Formalite, tam da şimdi

Çeyrek asrı devirmeye az kalmış mütevazi ömrüm, yollarda yürürken, bir yerlere başvururken, başlarken, silinirken, devam ederken, kaçarken, kaçamazken, neyden kaçtığını anlamazken, anlayıp geri dönerken, formaliteler, evraklar, soru işaretleri ve koşarken, koşarken, gök; yüzünü değiştirip bir gülüp bir ağlayarak beni seyrederken… Tüm bu koşturmacalar bitsindi, öyle yaşamaya başlayacaktık. Yaşamak dediğin tam da şimdi değil mi?

Sadece gün batımını seyrederken değil, metroda tıkış tıkış giderken, kalabalıklardan kurtulup, yokuşlardan sıyrılıp, kuş gibi hafifleyip, sıcacık evine girip, karnını da doyurup, işlerini yoluna koyup, sonra başını yastığa koyup,uyusan ve uyansan. E günü bitsin diye yaşıyorsun o zaman. Hem de güzel sabahlara uyanayım istiyorsun. Bu ne yaman çelişki, belki bu çelişkide gizli, yaşamak dediğin. Ve yaşamak dediğin tam da şimdi.

Bak gittiği gibi geri geliyor her sabah, bu yaşamak. Hem de her yeni sabah, bir öncekinden daha hızlı.

Yani o formları doldururken, bilmem kaçıncı kez adınla soyadınla, ayrı yazılıyor adlarım, kartları doldururken kartvizitine, İmzanla doldururken kainatı. İmzan her geçen gün daha da karmaşıklaşıyor. Tam da ilkokulda öğrendiğin gibi. Büzüş büzüş ismimsi ama isim değil. İnsan kendi adından şüphe duyuyor.

Gelip gelmeyeceği, gelse bile ne getireceği meçhul bir gelecek zamanda yaşamayı bırak. Hayallerini bırakma elbette. Ama o hayallere takılıp kaldığında yanı başından geçtiğin bir kuş ağacının boynu bükülüyor. Ay dede selamına hasret kalıyor.

Hikâyeler Yanıltır

Tüm bu yaşamadan yaşadığımı farz ettiklerim ne içindi? Henüz hikâyelere konu olmaya değmeyecek haldeyken, bir hikâyenin kapısından girebilmek için mi? Bir hikâyenin kapısı tıklanmadan açılmazdı, bunu öğrenmiştim yıllar içinde. Tık tık tıklamaktan ellerim acıyordu artık, güç bulamıyordum. Anlayacağınız bir hikâyenin girizgâhı bile yeterince yoruyordu insanı. Giremeyince girizgâh diye bir şey de olmuyordu ya gerçi. Uzak düşüyordum kapısını aşındırdığım nice hikâyelerden, uzak düştükçe kendime yaklaşsam iyi. Bazı hikâyelerinse içine girebilmiş ama kaybolmuştum. Girsen ayrı dert, eşikte kalsan ayrı. Kendimi en son hangi hikâyenin içinde bıraktığımı unuttum…Bilmiyorum. Eğer kapısı hala açıksa, belki gidip geri alabilirim. Yok değilse, artık şansıma küserim, kendim olmadan hayatıma devam ederim. Edemem, ama ne yapalım?

O da ne?

Kapalı bir kapının ardından sesini duydum, kendimin. Mavi boyalı, ahşap bir kapı. Boya kokusu hala üzerinde. Çok uzaklaşmış olamaz boyayan, beni buraya kilitleyip gideli çok vakit geçmiş olamaz. Geç değil hiçbir şey için. Girmek mümkün olan kapılardan, çıkmak da mümkün olur elbet.

-Tık tık tık…

Normalde “tak,tak,tak” der elimin dili. Ama şimdi kibar olmalı. Benden kaçıp bu hikâyeye sığınan, sonra da kendi kendini burada tutsak ettiren “kendi” mi daha fazla ürkütmemeli.

-Tık tık tık…

-Kim o?

Bu benim sesim, onu tanıyorum. Ne kadar vakit geçti en son söyleşmemizin üzerinden, hatırlamıyorum. Ama hala tanıyorsam eğer, bu iyiye işaret.

-Ben, benim.

-Ben de benim.

-Aç kapıyı, hikâyenin içine ben de gireyim.

-Olmaz, beni almaya geldiğini biliyorum. Zaten zor buldum burayı, bırakmam. Haydi başka hikâyeye…

Elim boş geri dönüyorum bu kapıdan da. Oysa mavi kokusu ümitlendirmişti beni. O mavi şehirde kaybettiğimi, yine bir mavide bulacağıma inanmıştım. Bu sefer tamam demiştim. Yanılmışım, insan hep yanılır. Ya da hikâyeler yanıltır.