Boğaziçi Gezisinden Kalanlar
Nisan ayının serin bir pazar sabahında Dersimiz İstanbul’ un saha derslerinden ilki olan Boğaziçi Gezisi için yola çıkıyoruz. Topkapı Sarayı Müzesi başkanı Haluk Dursun Hoca eşliğinde bir boğaz turu yapacak ve Boğaziçi’ni yakından tanıyacağız. Bir şehri tanımaya silüetinden başlanır dediler ve bize bu fırsatı sundular. Tur dört saatlik belki ama İstanbul ve boğazı binlerce yıllık, bu yüzden çok heyecanlıyım.
Kararlaştırılan saatte Kadıköy Motor İskelesi’nde buluşuyor ve kalabalık bir grupla birlikte teknedeki yerlerimizi alıyoruz. Haydarpaşa Garı, Marmara Üniversitesi Haydarpaşa Kampüsü ve Selimiye Kışlası heybetli binalarıyla bizi yolcu ediyorlar Kadıköy’den. Ve ilginç bilgiler edinmeye başlıyoruz İstanbul’a dair. Yazlarını Boğaziçi’ndeki yalılarında geçiren aileler İstanbul’a dönmek için Kasım ayını beklermiş. Evin hanımlarının rutubetten şikayetçi olmasına rağmen, beyler Karadeniz’den gelen lüferleri avladıktan sonra dönmeyi kabul edermiş.
Yüzümüzü Suriçi’ne çeviriyoruz. İstanbul’un yedi tepesinden birincisi olan Zeytin Tepesi’nin Tanrı’ya adandığı için yüksek binalar yapılmadığını öğreniyoruz. İstanbul’un altın kapısının ve en güzel kapısı olan ismiyle müsemma Güzel Kapı’nın mutlaka görülmesi gerektiğini söylüyor rehberimiz. Sultanahmed Camii’ni ve Topkapı Sarayı’nı, bu aşina olduğumuz yapıları bir kez daha seyre dalıyoruz. Gözümüze ziyafet sunan yeşilliği geride bırakıyoruz, dolayısıyla tarihi yarımadayı da. Eski İstanbul için çok önem taşıyan Bozdoğan Kemerlerini ve kiliseden çevrilmiş olan Zeyrek Camii’ni görüyoruz. Ve Galata’ya doğru ilerliyoruz. Cenevizlilerin yaptığı ve asıl adı İsa Kulesi olan Galata Kulesi selamlıyor bizi. Karaköy’ün adının Karai Köy’den geldiğini ve genellikle Yahudi Türkler’in yaşamış olduğunu öğreniyoruz. Taksim’e de İstanbul’un sularının taksim edildiği yer olduğu için bu isim verilmiş.
Beşiktaş’a ulaşıyoruz. Dolmabahçe Sarayı ve Dolmabahçe Camii karşılıyor bizi. Dolmabahçe Cami denmesine sinirleniyor Haluk Dursun Hoca ve asıl isminin Bezm-i Alem Valide Sultan Camii olduğunu hatırlatıyor. Bu arada Yıldız Camii’nin de aslında Hamidiye Camii olduğunu söylüyor. Kıyı boyunca ilerlerken hangi yapıların orjinal hangilerinin ise aralarına sonradan kondurulmuş- kendi tabiriyle “çakma”- olduğunu belirtiyor. Çırağan Sarayı’nın ve Kabataş Erkek Lisesi’nin önünden geçiyoruz.
Sırada genellikle Rumlara ev sahipliği etmiş Arnavutköy var. Artık eski İstanbul için iyice şehrin dışında sayılan bir bölgedeyiz. Farklı mimari tarzlarda inşa edilmiş ve kıyı boyunca dizilmiş yalıları hayranlıkla izliyoruz. Ve yeni bilgiler düşüyor kulaklarımıza. Üç katlı, bitişik nizam duran ve balkonlu yalılar gayrimüslimlere, iki katlı ve ayrı bir bahçe içinde bulunanlarsa müslümanlara ait olduklarını haber veriyorlar. Yalıları anlatırken ağaçlarla ilgili bilgi vermeyi de ihmal etmiyor. Ağaçları tanımanın çok önemli olduğunu söyleyerek servileri, fıstık çamlarını ve sedirleri gösteriyor. Tasavvuf ehli ailelerin evlerinin bahçesinde servi ve mor salkımlar bir arada bulunurmuş. Servi elifi ve Allah’ı, mor salkımlar ise aşkı temsil ettiği için ikisi birlikte Allah’a duyulan aşkı ifade edermiş. Kalemler her yeni bilgiyi kayda alma çabasında, gözlerimizse tüm bu güzellikleri içinde hapsetme telaşında. Yeniköy kıyısında ilerledikten sonra rotamızı Anadolu Yakası’na çeviriyoruz.
Kanlıca ile başlıyor Anadolu serüvenimiz. Mihrabat koyunu ve Şeyhülislam Bahai Efendi yalısını görüyoruz. Bu kez yalılarda yerli unsurlar daha ön planda. Yalıların kayıkhanelerini inceliyoruz. Av dönüşlerinde padişahları ağırlayan, saraylar kadar ihtişamlı olmasa da kıyıyı güzelleştiren Küçüksu Kasrı görünüyor. Göksu Deresi’ni geçiyor ve Çengelköy boyunca ileriyoruz. Sonunda Üsküdar’a varıyoruz. Sakini olduğum ama hakkında pek az şey bildiğimi bir kez daha farkettiğim Üsküdar’a. Camilerin ve ahşap evlerin diyarı. Mihrimah Sultan bize göz kırpıyor. Görülmesi gereken mekanlar listesine yenileri ekleniyor. Atik Valide Sultan Camii, Ayazma Camii ve Çürük Sulu Yalısı… Kız Kulesi’nin hatrı kalmasın, onu da selamlıyoruz. Pek çok efsaneyle anılan bu kulenin bir zamanlar karantina amaçlı kullanıldığını duyuyoruz. Ve gezinin sonuna yaklaşıyoruz.
Turumuz başladığı yerde, Kadıköy’de sona eriyor. Sevdiğim bir tatlının damağımda bıraktığı bir tat gibi bir iz bırakıyor hafızamda. İskeleye inince Necip Fazıl’ın bir dizesi geliyor aklıma: “Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu”. Kadıköy süslü ve bir o kadar da ruhsuz görünüyor gözüme, İstanbul’un gerçek ruhunu soluduğumuz bu gezinin ardından. Ve eski İstanbul’un belde-i selasesinden biri olan Üsküdar’a dönüyorum. İyi ki, tarih kokan bu şehrin tarih kokan bu semtinde yaşıyorum. Ne demiş Üstad: “Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar/ Perili ahşap konak koca bir şehir kadar…”
Nisan 2014, Üsküdar