“Kendini üç kelimeyle anlat” diyor karşımdaki koltukta oturan yabancı. Ben kadim dostum kara kapaklı defterime bile metaforlarla anlatmışım kendimi hep. Kendini bu dünyadan üç kelimeyle öyle hemencecik anlatabilmek mümkün mü? Susuyorum, anlatamıyorum. Hiç kendim olmamışım gibi. Ya da kendi’liğin lafını ede ede iyice uzak iyice bigane kalmışım. Her ne olmuşsa…
Ama artık şunu biliyorum ki; ben ben olamayacaksam eğer, ben bir başkası hiç olamam, olmamalıyım. Bu kadarı yeterlidir, aradığını bir başkasının yüzünde aramanın; bu kadarı yeterlidir, kaybolmanın. Ne kadar kaybolsan ve nerelere kaybolsan, bulundun. Hiç ağlamaman gereken yerlerde hıçkırarak ağladın. Şaşırmasınlar halime diye sakladın gözyaşlarını, bu sefer daha çok şaşırdılar. Çünkü bir şeyler bu kadar sakince gerçekleşemezdi senin olduğun bir yerde. Sen kimsin? Anlat bakalım kendini, dediler. Susuverdin, susakaldın. Susa-yazdın hem de suya-yazdın. Suya yazdın. Sadece yazdın. Anlatmadın bile, anlatamadın. Su anlar mı, dedin. Su olsa anlardı, ay anlar mı dedin? Ay; aylar ve yıllar boyunca dinlemişti derdini. Ay olsa anlardı da, ay sandığın o yüzler kim bilir kimin ışığını çalıp senin geceni seni kandırarak aydınlatıyordu… Kim bilir? Yine çok karamsar oldun mu diyorlar? Karamsarsın diye kızan ve ama herhangi bir teselli vermekten de uzak olan; dost değildir. Olamaz bence. Anlıyorsun kimin dost, kiminse öylece dümdüz insan, sokaktan gelip geçen insanlardan bir insan olduğunu. Anlıyorsun da konuşamıyorsun işte. Bazı dilleri anlıyorsun da, konuşamıyorsun. Ben konuşsam da onlar anlamayacaklar diyorsun. Çünkü onlar anlamayan ve ama konuşan; mütemadiyen konuşan tarafa denk düşüyorlar.
Peki kim olduğunu söyleyecek misin bunca laf kalabalığından sonra? Unuttun mu? “Başkaları seni nasıl tanımlar?” Yeni bir soru daha soruyor karşımdaki yabancı. En iyisi bunu o başkalarına sormak. Beni üç kelime ile anlatın, diyerek. Sonra da kendine sormak. Hayır, önce kendine soracaktın. Peki nasıl soracaksın? Vazgeçemediğin hüzünlerini mi referans alacaksın, küçük mutluluklarını mı? Bu sefer mutluluklarımıza doğru salınalım mı sevgili sarkacım? Hüzün faslında yeterince eğleştik.
Belki de mutlulukları tanımlıyordur bir insanı, hiç değilse şimdi biz bu fasıldayız. Mutluluk demeye korkuyorum aslında, sevinç diyeyim daha az iddialı olsun. Beni sevindiren ya da sevdiğim ne çok şey varmış meğer. Mesela, akşamüzeri yürüyüşlerini severim. Güneşin ufukta kayboluvermesiyle faniliğimi hatırlamayı severim. Ay’ı severim, hem de ne çok severim. Halden hale geçmesi ile ay’ın, insanoğlunun da her daim halden hale geçtiğini hatırlarım. Günden güne bile değil, andan ana değiştiğini, bir an’ının bir an’ını tutmadığını görürüm ay’ın yüz çizgilerinde. Yine ay’ın yüz çizgilerinde, alnıma henüz yerleşmemiş çizgileri görürüm. Alnıma henüz yerleşmemiş çizgilerde düşe kalka yürüyen, ama her düşüşte mutlaka doğrulan ve yürümeye devam eden kelimeleri görürüm. Aslında duyarım. Bilmiyorum ki ben daha çok görür müyüm, yoksa duyar mıyım? Bunu bile bilmiyorum.
Kelimelerimi seviyorum. Kelimeleri seviyorum. Ama üç kelimeyle anlatabilmek için bazı şeyleri, çok küçüğüm. Bana müsaade karşımdaki yabancı, sıradakini alabilirsiniz.